Aristokratlardan burjuvalara kadar herkes bir parça porselen sahibi olmak için liman dükkanlarında sıraya girer oldu. Avrupalı ustalar yüz yıllarca kıskançlıktan öldüler. Çünkü, ne yapıp ettilerse de bu işin sırrına vakıf olamadılar. Yüzyıllarca çalıştılar, ama işi 18. yüzyılın sonuna kadar çözemediler. Porselenin Osmanlı topraklarında ve Avrupa’daki hikayesinin devamını esaslı bir sanatçıdan, Serdar Gülgün’den dinleyeceğiz.
Serdar Gülgün, porselenin önceleri sadece mutfak eşyası olarak rağbet gördüğünü söylüyor. "Ama, Çin’den vazolar ve biblolar gelince, Avrupalı ve Osmanlı, porselenin işlevsel olmanın dışında estetik bir boyutu olduğunu da anladı" diyor. Osmanlı’da semaver takımları, nargileler, abajurlar, aplikler, avizeler, küçük ve büyük gürz vazolar, burmalı, kavuk, kandil, şale, zülfü aruz, lale, küp bir dekorasyon malzemesi olarak çok rağbet görürmüş.
Porselenin eski adı fağfur
Serdar Gülgün, porselenin bir dekorasyon malzemesi olarak da yaşanan mekana eşi bulunmaz bir güzellik kattığını söylüyor. Ve doğrudan bizim memleketteki etkisine geçiyor.
"Osmanlı, porselene ’fağfur’ adı vermiş. Bu isim Çin imparatorları için de kullanılırmış. Katip Çelebi, 17. yüzyılın ortalarında yazdığı Cihannüma adlı eserinde ’fağfur’ diye bahsettiği porseleni uzun uzun anlatıyor. Biliyorsunuz porselen özel bir kilden yapılır. Ateşle temas ederek şekillendiği ve güzelleştiği için adına ’ateş sanatı’ diyenler de olmuş. Ama Katip Çelebi, ustalığın esasını kavrayamadığı için tıpkı Avrupalılar gibi kendine göre tarifler çıkarıyor ve şöyle diyor: ’Fağfurun aslı gayet latif bir ak taştır ki letafetine eş yoktur. O taşı döverler ve elekten geçirirler.’ Bu tabii o zamanların genel düşüncesiydi. Ama Çelebi, porselene hakkını çok güzel teslim etmiş ve bu eşsiz malzemeyi şöyle betimlemiş: ’Ve fağfuride üç hassasiyet vardır ki yeşimden gayrı hiçbir cevherde yoktur: Biri budur ki, içine her ne konsa tortusu aşağı çöküp saf eyler. İkincisi bu ki eskimez. Üçüncüsü elmastan başka hiçbir nesne tesir edip çizmez. Elması onunla tecrübe ederler... Ondan yemek ve şarap içmek aklı artırır, ferahlık verir. Ve her ne kadar kalın olup ettikleri nakış gözükmese de ateşe, ya ışığa, ya da güneşe tutsalar, nakış meydana çıkar.’"
Serdar Gülgün’ün porselenle teması ise antika üzerine danışmanlık yaptığı sırada başlamış. Bundan iki yıl kadar önce dünyanın en önemli porselen markalarından biri olan Herend’den bir teklif almış. Herend’in temsilcileri, Gülgün’e firmanın bir Osmanlı serisi yapmayı planladığını belirtmiş ve bu işi ona teklif etmişler. Başlamış çalışmaya ve o dünya güzeli, tığ gibi uzayan taç yaprakları olan İstanbul lalesini işlemiş porselene. Koleksiyon çok beğenilmiş. Ardından Osmanlı karanfillerini çıkarmış ortaya. Bu iki seri şimdi dünyanın her yerindeki Herend mağazalarında satılıyor.
Gülgün, şu sıralarda British Museum’da Osmanlı sanatı üzerine dersler veriyor. "Öğrencilere porseleni de anlatıyorum. Porselendeki Osmanlı süslemelerinin hangi anlamları ifade ettiklerinden bahsediyorum" diyor. Aklıma takılan bir soruyu yöneltiyorum: "Porselene en çok dokunmayı ve sesini dinlemeyi seviyorum. Sizce de porselenin yeryüzündeki tüm nesnelerden farkı yok mu?" "Elbette ki var" diyor heyecanla ve devam ediyor:
"Aslında porselen insanın beş duyusuna birden hitap eder. Ve bu haliyle ipeğe çok benzer. Göze nasıl güzellik kattığını anlatmaya gerek yok. Çok ama çok sert olmasına rağmen elinizi değdirdiğinizde ipeğe dokunur gibi olursunuz. Dile ve tat duygumuza katkısını sizin söylediğiniz gibi Katip Çelebi çok güzel anlatmış. İyi porselenle kötü porseleni ve bu malzemeyi diğerlerinden ayıran bir kokusu da vardır. Bu kokuyu en iyi son sırrın atılıp fırından çıktığı anı bilenler çok iyi anlar. Tabii bir de sesi var. Özellikle porselenin porselene değdiğinde çıkan müziği hiç bir şeye değişmem. Bu yüzden eski Çin sarayında tahta ya da metal kaşıklar yerine porselen kaşıklar kullanılırmış. Porselen bir kasede gezinen porselen bir kaşığın sesini duymak için herhalde..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder